Koşarak
gitmenin hiçbir anlamı yoktu. Köşedeki bakkalın hemen yanından başka bir sokağa
girdim. Bakkal kapının önünde sigara
telliyordu. Halka halka dumanlar çıkarıyordu koca göbekli adam. O halkalardan
biri gözüme değdi. Bir köpüğe temas eder gibi duman, dokunur dokunmaz yok
oluverdi. Ağır bir sigara kullanıyor olsa gerek kokusu yol boyunca devam
ediyordu. Birkaç kez öksürerek duman faciasından kurtulmak istedim.
“Ben astımım.
Daha doğrusu doktorlar öyle söylüyor. Kendimi astım hastası olarak kabul etmiyorum.
Çünkü o mahluklar çok gereksiz canlılar. Koşamazlar, bazen uzun boylu çimlerin
içinde yatamazlar. Kalabalık veya kapalı yerlerde çok fazla duramazlar. Her an
boğazlarına bir kılçık takılacak gibi tedirginler. Hayat tedirginlere göre
değil. Tavşandan farkı olmalı insanın. Tavşanlardan nefret ediyorum.”
Kafamdan
bunları geçirdikten sonra sokağın hemen girişindeki ‘Cafe Book’ tabelası
dikkatimi çekti. Kafeden taşan insanlar, ellerinde kahveleri sürekli bir şeyler
okuyorlardı. Her zaman klasik müzik çalıyor ve bunu tüm sokağa dinletiyorlardı.
Kafenin kapısının yanındaki masada bir adam sol serçe parmağıyla sol kulağını
karıştırıyordu. Önünde bir tane kırmızı karanfil vardı. Oraya ait olmadığı
belliydi. Kendisi de fark etmiş olmalı ki masanın altına koyduğu gitarını alıp
masadan kalktı.
Yollar çok
kalabalıktı aslında. Bunca kalabalık içinde insanın takip ediliyor gibi
hissetmesi gayet doğaldı. Ama ben hissetmiyordum. Gerçekten beni takip
ediyorlardı. Kafamdan bunları geçirdikten sonra depara kalktım ve sadece yarım
dakika koşabildim. Benimle birlikte dünya da depara kalktı. Eğilip, ellerimi
dizimin üzerine koyup dinlenmeyi düşündüm. Ayrıca çaktırmadan omzumun yanından
bakarak arkamı kolluyordum. Saçma sapan kıyafetler satan bir dükkanın önünde
durmuştum. İçerde birçok şişman ve zengin kadınlar vardı. Zengin oldukları
bileklerinden ve gerdanlarından belliydi.
Kanlı takılar!
“Hepsi
kocalarının kokuşmuş paralarını hunharca harcıyordu. Arkasına bile bakmadan,
kasiyeri azarlayarak bazen de başka insanlara onur kırıcı bakışlar atarak
harcıyordu. Harcamak onun felsefesiydi. Harcamak onun ülkesiydi. Gerdanına
bakarak ne kadar hayvan katlettiğini anlayabilirsiniz. Ne kadar katlederse o
kadar genişler gerdanlığı. Kurbandan kurbana et yiyen insanların etlerini ve
emeklerini yiyordu.”
O sırada
daldığımı fark ettim. Vücudumda kısa bir titreşimle kafamı toparlamaya
çalıştım. Biraz önce gördüğüm kadınların yerine beni takip eden adamlar
gelmişti. O an göz bebeklerim büyüdü. Kendimi kontrol edemeyecek kadar
sinirlenmiştim. Gözlerim grileşmişti. Etrafımdaki her şey grileşti. Sevgililer
öpüşmeyi bıraktı, bebekler ağlamayı kesti, ağaçlar saygı duruşunda ve bütün
insanlar korktu.
O an dünyanın
dönmediğini öğrendim ve bunu bir tek ben biliyordum.
***
Özgür kafede
sevdiği kızı bekliyordu. Buluşma yeri hiç ona göre değildi. Klasik müzikten
hoşlanmazdı. Elinde gitarı sahil kasabalarını gezer, karın tokluğuna çalışırdı.
Babası yıllarca görevinin başında kalmış emekli bir askerdi. Görev yeri çok
değiştiği için Özgür okul ortamlarına pek alışamamıştı. Önceleri sokaklarda
gördüğü müzisyenlere özenerek gitar istemişti babasından. Babası da bir tanecik
çocuğunu üzmeyip hemen alıvermişti. Sürekli gitarı yanındaydı. Gitar ona iyi
geliyordu, o da gitara. Matematik işlemi yapar gibi gitarı çözdü. Onun iki kolu
etten ve bir kolu abanoz ağacından yapılmıştı.
Buluşma
saatinden bir saat geçti. Zaten Günay hiçbir zaman zamanında gelemezdi. Yolda
bir tanıdığını görür, onunla dakikalarca sohbet ederdi. Çok değişik insanlara
gereksiz sorular sorardı. Bir seferinde dilenen bir çocuğa “Seni kim
çalıştırıyor? Söyle hemen çığlık atayım!” demişti. Çocuk Özgür’ü gösterince,
Özgür yerin dibine girmişti.
Günay çok
temizdi. Temiz olması aşık olunmasını gerektirmiyordu elbet. Ama Özgür’ü
taşıyabilecek tek insan oydu.
Özgür’ün kirli
sakalları ve orta uzunlukta saçları vardı. Boyu da Günay ile aynıydı. Gözleri,
çocukların sokaklarda oynadığı bilyelerin içi gibiydi. Herhangi bir kız ilk
görüşte aşık olabilirdi. Muhabbeti tam yerinde açar ve tam yerinde bitirirdi.
Bundan erkekler bile etkilenirdi. Tek kusurlu tarafı kıskançlığıydı. Özellikle
Günay’ı ailesinden bile kıskanırdı. Geçen hafta gittikleri bir konserde Günay,
amcasının oğlunu görmüştü. Ona sarıldı ve çok özlediğini söyledi. Özgür
dayanamadı amcaoğluna gereksiz laf attı:
-
Arkadaşım burası kahvehane değil, konser salonu
yerine oturabilir misin?
Adam ne
olduğunu anlamamış olsa gerek şaşkın şaşkın bakmaya devam etti ve sonunda
oturdu. Bu yüzden Günay ile bir haftadır kavgalılardı. Bu buluşma onların
kaderini belirleyecek ve artık evlilik teklifi edecekti.
“Klasikler
bana göre değil.”
Beyninden
sürekli bunu geçiriyordu. Şartlanmış ve bunu maddi bir şekilde göstermeye
çalışıyordu. Müzikten rahatsız olduğunu belirtmek amacıyla ya da kendisine bunu
yakıştıramadığından olsa gerek sürekli söylenip derin derin nefes alıp
veriyordu. Bir ara elini kulağına götürdü ve karıştırmaya başladı. İstemsiz bir
hareketti ve birkaç saniye sonra fark etti. Biraz utandıktan sonra elini
yıkamak için tuvalete kalktı. Gitar masanın altındaydı ve hiç güvende değildi.
Gitarı da yanına alıp tuvalete gitti.
***
“Şirketler artık çalışan insan
aramıyor. Zeki ve güzel olması yeterli.”
Bunlar Günay’da vardı. Üstüne
üstlük içindeki hırsa İzafiyet bile şaşırırdı. Bir kadının bu kadar hırslı
olması hem gurur verici bir şey hem de tehlikeli bir şeydi. Güzellik ve tehlikenin bir arada bulunduğu
tek şey Günay olsa gerek.
Günay, bir fabrikalar zincirinin
beyin elemanıydı. Onun yaşına göre böyle bir işin başında olmak onu tanrıça
gibi hissettiriyordu. Çalışma planlarıyla şirket yetkileri tarafından çok
beğeni topladı. Zirveye adım adım çıkmadı, birden zıplayıvermişti. Tabi ki
riskli yanları da vardı. Onun yüzünden birçok kişi işten atıldı. İşin kötü
tarafı yerine başkaları geldi. Hatta ‘Düşman şirket’ olarak nitelendirilen bir
firma, onun dahiyane fikirleri yüzünden batma eşiğine gelmişti. Her saat başı
tehdit alsa da umurunda olmuyordu. Daha önceki gün işten çıkardığı bir işçi ona
telefon açarak onu öldüreceğini söylemişti.
İş bir yana dursun elbet o
güzellikte bir kadının sevdiği biri vardı. Onunla geçen hafta kavga etmişlerdi.
Kıskançlık krizleri olan erkeklerden nefret ederdi. Ancak kendisi ondan da
kıskançtı. İki kıskanç insanın birbirini bulması ne kadar tuhaf bir şeydi.
Sevgilisi onu ‘Cafe Book’ adlı
bir mekana çağırmıştı. Herhalde özür dileyecekti diye düşündü. Güzel şeyler
giyip güzel kokular sürecekti. Onu önce psikolojik olarak etkileyecek sonra
gönlünü tekrar tekrar fethedecekti.
“Şeytan!”
Normal hazırlanmasından biraz daha fazla
sürdü. Siyah parlayan bir ayakkabı giymişti. Yürürken ayakkabının tabanının
kırmızı olduğunu görebiliyordunuz. Ruju ile tamamen aynıydı. Siyah ve
renkliymiş gibi parlayan elbisesiyle Özgür’ü mest edecekti.
Evinden çıktı ve arabasına bindi.
Fakat bir şey unutmuştu. Arabadan indi ve koşarak eve girdi.
***
En yakın arkadaşını öldüresiye
dövmek insanın içini yakan bir duyguydu. Hazal bunu her saniye içini kavuran,
kalbini buruşturan bir hisle yaşıyordu. Nefes alırken ve yutkunurken o
öldüresiye kadar dövdüğü arkadaşının teninin kokusunu ve tadını alıyordu.
Aradan ne kadar vakit geçse de bunu unutmayacaktı.
Bir kızın böyle bir şey yapması
ne kadar iğrenç bir şeydi. Bugüne kadar bir kez kötü söz bile söylemeyi
beceremeyen bir kız bunu hangi akla hizmet yapabilirdi?
İşte kadınları ortak noktası
buydu. Nasıl bir kadın olursan ol, yaşı hiç fark etmez, kadın kadındır.
Hepsinin ortak noktası kadın olmasıdır.
“Kadınlar asla elindekiyle
yetinmez. Aynı zamanda elindekini de kaybetmez. ”
İşte kaybettiklerinde bir vahşi
hayvana dönüşürler. Kuduz bir fare oluverirler. Gözleri kızarır, çirkinleşir.
Yavaş yavaş çirkinleşir. Hatları keskinleştikten sonra kirpikleri sivrileşir.
Saçları yosun gibi iner. Sonra çevresindeki herkese vebayı bulaştırır.
Hazal dişleri kanlı bir fare
olmuştu artık. Lisede üçüncü yılıydı. Ortaokuldan beri tanıdığı arkadaşını
ağzından kan gelesiye dövmüştü. Çok erkeksi bir davranıştı ama engel
olamamıştı. Hem güzelliği hem kişiliği kirlenmişti. Arkadaşının ihanetini
kaldıramamıştı.
Lise aşkları o kadar lanet bir
şeydi ki! Bunun aşk olmadığını biliyordu. Sadece ona olan hayranlığı ve libidosu
Hazal’ı kavgaya sürüklemişti. Eskiden sahip olduğu bir şeyi kaybetme öfkesi bir
insanın canını yakmıştı.
Hazal ayrıldığı erkek arkadaşını
ortaokuldan beri tanıdığı en yakın arkadaşına kaptırmıştı. Onları bir kafede el
ele tutuşurken gördüğünde nefes alamamıştı.
“Hiçbir ergen ihaneti psikolojiye
işlemeden unutulmaz.”
Farkındaydı. Her zaman mantıklı
karar verir, o hem saf hem asilzade duruşundan ödün vermezdi. Bir kez hata
yaptı. Belki de bedelini ağır ödeyecekti. Zaten kızın babası Hazal’ı aramış onu
öldüreceğini söylemişti. Ama Hazal korkmadı. Korkmasının bir anlamı da yoktu.
Çünkü o, ailesinin tek çocuğu olan bir kıza gereksiz yere acı vermişti.
Bedelini ödemeye hazırdı.
Otobüs durağına doğru yol aldı.
Eve gidecek ve sağlam bir uyku çekecekti. Eve gitmeden önce ailesinden saklı
olarak içtiği sigarasını çıkardı. Etrafını kolaçan ettikten sonra kuytu bir
köşede sigarasını yaktı. Birkaç kez öksürdükten sonra tadını almaya başladı.
Karşısında duran kaldırım taşlarına daldı. Kavgayı hatırladı.
“İki eliyle birlikte kızın
kulaklarını kavradı birden. Parmaklarının arasına sıkışmış saçlar birer birer
koptu. Tırnaklarını kulaklarına geçirdi. Dişlerini sıktıktan sonra dayanamadı.
Biraz gevşedi ve aniden atıldı. Dişlerini kızın yanaklarına geçirdi. Ağzına kan
tadı gelesiye kadar ısırdı.”
Sonrasını hatırlayamadı. Sigarası
bitmiş elini yakmaya başlamıştı. Tekrar durağa doğru yol aldı.
***
Doğru
yol mu bilmiyordu. İçinde hep sorular vardı. Tam oturmamış bilginin
sendelemesi, ona hayatı zindan ediyordu. Bazen uykusu kaçıyor bazen de
saatlerce araştırma yapıyordu.
Küçüklüğünden
beri Kemalist yetişmiş bir çocuktu Hüseyin. Ortaokul yıllarında revizyonist
hareketin etkisiyle olsa gerek Kemalist-Sosyalist fikirlerin karışımını
düşündü. Hep kendini radikal fikirleri olan biri olarak tanıttı. Hatta o kadar
abarttı ki Kemalizmi, sosyalizm sandı.
“Hep
yetmez ama evetçiler işte.”
Sonra
gerçek kitaplarla tanıştı. Okudukça düşünceler oturmaya başladı. Aylarını verdi
tabularını yıkmak için. İşte en zor olanı da buydu. Her gün acı çekerek
uyanmasının, sürekli kafalarında bir şeyler olmasının nedeni bu tabuları
yıkamamasıydı.
Onun
için bu tabular anne sütü gibi temiz ve bir o kadar da helaldi. Tabuları yıkmak
ihanetti. Ya unutmak?
Hüseyin
içindeki dünyada bunu yaşıyor ve kimseye anlatmıyordu. Herkes onu o sosyalist
tavrıyla tanıyor, kabul gördüğü örgütte nüfuzunu her geçen gün arttırıyordu.
Kolundaki
kırmızı bilekliğe baktı. Anarşinin simgesini gelişigüzel kazımışlardı. Eski
sevgilisinin hediyesiydi. Çok sevmişti ama örgüt içi ilişkinin yasak olduğu
zamanın aşıklarıydı.
Arka
tarafta oturan adam öksürüyordu. Ucuz alkol ve haftalardır su görmemiş vücudun
isyan kokusuyla her yeri etkisi altına alıyordu. Kısık kısık astım nöbetleri
geçiriyordu. Otobüs havasızdı ve adam resmen balık gibi kokuyordu.
Otobüs bir durakta durdu. Yaşlı bir kadın
yavaş adımlarla otobüsten indi. İnerken arka tarafta kokuşmuş adama ezici bir
bakış attı. Adam aldırmadı, o sırada kulağının içini kaşıyordu. Sonra boğazını
temizleyerek otobüsün bir köşesine tükürdü. O sırada Hüseyin ile göz göze
geldiler. Hüseyin boynunu hafif kırarak ve uzun sakallarını okşayarak bu
olanları izliyordu. Adamın boynunda altın sarısı renkte ve koca koca puntolarla
yazılmış “YAMAN” yazıyordu. Adamdan tiksinmişti. Sonra aklına cevap alamadığı
bir soru daha geldi.
“Adam fakir görünüyor. Belki de
sistem bu adamı bu hale getirdi. Ben bu adam için savaşıyorum. Ama ondan
iğreniyorum.”
Otobüs tekrardan hareket etmeye
başladı. Çünkü hareketin hareket halindeki doktrini idi bu otobüs.
***
Yalanmış dünya dönüyor! Dünya
dönmese şuan üzerinde olduğum dönme dolap niye dönsün? Aşağıda kadınlar
bağırıyorlardı. Bir kadın öyle bir küfür etti ki yanındaki kahve dostlarım bile
şaşırdı. Dolap dönmesin diye yalvarıyordum. Dönmeye devam ederse birkaç saniye
sonra onların elindeydim. Cebimden çıkardığım iki taşı onlara doğru fırlattım.
Hiçbiri isabet etmedi. Cüzdanımı atacaktım vazgeçtim. Çünkü aylarca bu cüzdanı
almak için çalışmıştım. Cüzdandan demir paraları attım. Daha çok sinirlendiler.
Cüzdanı kurcaladım ve bir prezervatif buldum. Elime alır almaz fırlattım.
Hayatımda duymadığım hakaretleri duydum. Dolap aşağı doğru iniyordu. Gözlerimi
ellerimle kapadım ölümü bekledim.
O sırada kahramanım beni
kurtarmaya geldi. Siyah gömlekli, altına benzer kolyesi olan bir adam. Döşünden
kıllar haykırıyordu. Adam bir bana bir kadın ve erkek topluluğuna baktı. Sonra
attı narayı:
-
Heyt! Bırakın la çocuğu! Görmüyo musunuz korkmuş
iyice. Hadi dağılın!
Şişman, zengin bir kadın arkadan
bağırıyordu:
-
Kafamıza taş attı. Mağazanın camlarını indirdi.
Sapık bu adam bize yukardan ne attı baksana!
Adam kadını hiç takmadı. Beni
dolaptan indirip parkın dışına çıkardı. Hiç konuşmadı. Konuşması için
çabaladım.
-
Beni takip eden adamlar vardı. Ben onlara taş
attım. O kadınlara değil. Hem adam akıllı hatırlamıyorum bile taş attığımı.
Gözüm dönmüş herhalde. Bir de bende astım var da.
Sanki teyit ettirtmek edasıyla öksürmeye başladım. Adam
bana baktı. Sonra konuştu:
-
Nereye gideceksin?
-
Bilmiyorum ama güvende değilim.
-
Anan baban yok mu?
-
Yoklar.
-
Tamam o zaman. Bugün bende kal. Bende
güvendesin. Şurdan otobüse binelim de ileride ayakta gitmeyelim.
***
Otobüsün içi
muhteşem derecede havasızdı. İçeri girer girmez fark ediliyordu. Otobüs için
kartım yanımdaydı. Kahramanımın yerine de ücreti geçtim. O sıra şoförün
hunharca beni kestiğini gördüm. Bıyıklı, koca göbekli tam bir memur
tiplemesiydi. Çocuklarının fotoğraflarını direksiyonun üzerindeki uygun yerlere
sıkıştırıvermişti. Üç çocuk babasıydı belli ki. Eşinin elinden de her iş
geliyor olsa gerek otobüsün her yeri dantellerle süslenmişti.
En arkaya
doğru yürüdük. Otobüste sadece iki kişi vardı. Yaşlı bir teyze somurtmuş bir
halde bize bakıyordu. Kahramanımın kolyesinde ‘Yaman’ yazdığını fark ettim.
Birden de kokusu otobüsü sarmıştı. İsmiyle aynı doğrultuda bir kokuydu.
Bize göre sağ
tarafta bir genç oturuyordu. Bilekliğinde anarşi simgesi vardı. Her an isyan
çıkartacak bir durumdaydı. Ya da bir olağanüstü hal olursa dağa çıkabilecek
biçimde kıyafetleri kamuflajı sağlardı.
Yerimize
oturduk. Kısa bir süre sonra yaşlı kadın bizi yolculuğumuzda yalnız bıraktı.
Çok şanslıydı.
***
Kapının
kilidinde bir sorun vardı ki kapıyı zar zor açtı. Holden içeri, kendi odasına
girdi. Geçerken holün sonundaki aynada bir karartı gördü sanki. Aldırış etmeden
dizüstü bilgisayarını alıp aşağıya, arabasının yanına indi. Arabaya binip Cafe
Book’a doğru yola çıktı.
Bir daha böyle
bir hata yapmamalıydı. Onun bir tek dalgınlığı şirketi zor durumda bırakacak,
işler başka şirketlerin lehine gelişecekti.
Kırmızı ışıkta
durdu. Durgun kırk beş saniyeyi bir eylemle geçirebilmek için çantasından bir
sigara çıkardı. Bu kırk beş saniye onun için çıldırış anlamına gelmekteydi.
Sigarasını hızlı nefeslerle tüketmeye başladı, kafasından sürekli deli rakamlar
geçiriyordu.
“Bir milyon
iki yüz yetmiş altı bin yedi yüz kırk dokuz, yirmi yedi yaşında elli dokuz
kiloda iki milyar yedi yüz elli beş…”
Sigara
dudaklarını yakmıştı, hızlıca elini çekip arkadan gelen korna seslerini duydu.
Aynaya baktığında yine o karartıyı gördü. Gaza yüklendi, Kafe Book’un arka
sokağında arabayı bırakarak Özgür’ün yanına kaçtı.
***
-
Güzelliğim bak işte, hiçbir şey yok. Polise
de haber verdik şimdi gelecekler. Komiser Ahmet var, babamın yakın bir dostu.
Çok yakından ilgilenecek bu meseleyle.
-
Ama
bulamazlar onu. Evden çıkarken evimde görmüştüm dedim ya. Benim peşimde.
Onlardan önce, o bulur beni. Buna izin verme, birlikte gidelim.
-
Tabi
ki de sevgilim. İstersen bana gidelim. Hem çok da uzak sayılmaz. Taksi
çağırayım hemen ben.
-
Hayır
taksi çağırma! Yalnız gitmeyelim, otobüse binelim. Otobüs kalabalık olur hem.
-
Peki
hayatım öyle yapalım haydi gel.
Durağa
doğru yürümeye başladılar. Özgür’ün elinde korkudan solmuş bir çiçek vardı.
Sırtında asılı duran gitarı ara sıra Günay’ın sırtına ve kollarına çarpıyordu.
Günay’ın hassas terazi niteliğindeki kalbi bir heyecanlanıyor, bir
sakinleşiyordu.
Durağa geldikleri sırada otobüs
geldi. Kulağında kulaklığı olan bir genç kız, duraktan hızlı adımlarla çıkarak
Özgür ve Günay’dan önce bindi.
Onun için etraftaki hiçbir şeyin
önemi yoktu.
“Dünyayı kendisinden ibaret sanan
bir organizmaydı. “
İnsanlarla göz göze gelmeden ön
koltukların hemen arkasındaki bir bölüme oturdu. Ardından binen Özgür ve Günay
çifti, sanki utanç dolu bir şey yapmışçasına kafalarını kaldırmadan koridorda
yürüyüp, göz kararı seçtikleri yere oturdular. Şükürler olsun insanlar vardı.
Karartı adına bir şey yoktu.
***
Otobüste beş kişiydik. Önlerde
genç bir kız oturuyordu. Saçları düzdü ve küt kestirmişti. Küt saçın zorunluluktan ziyade ayrıca güzel
olabileceğinin de kanıtıydı. Zaten yüzüne bakınca istemeden de olsa bir şeyler
kanıtlama derdi olan biriydi. Sürekli ‘Ben buradayım!’ diyordu. Bunu da
güzelliğiyle kanıtlamıştı.
Genç kızın sağına kalan
koltukların ikisi bir çift tarafından doldurulmuştu. Şu kafede sıkıntısını
fiziksel yollarla eyleme dönüştüren adam değil miydi?
Sıkıntısına sıkıntı gelmiş olacak
ki yanındaki kadına sürekli bir şeyler anlatıyor, ellerini öpüyor, ona güvende
olduğunu söylüyordu. Kadın ağlıyor, onu sevdiğini söylüyordu. Bence bunlar
insin burada, yaşlı teyzemi özledim.
Hemen karşımda kocaman enseli, kendi
işini kendisi yaptığından olsa gerek, bir komünist oturuyordu. Kamuflajları
giymiş, kolunda yaldızlı bir bileklik ben buradayım diyordu. Ben Yaman abi ile
her muhabbet açtığımda bu arkasına dönüyor bana bakıyordu.
Yanımda da kahramanım Yaman abi.
Onun hakkında pek bir şey öğrenemedim. Ama bir lafında ‘yüz kızartıcı bir ceza’
aldığını söylemişti. Büyük ihtimalle tecavüzdü. Kolyesi bile tecavüz etmesine
yetecek kadar altındı.
Otobüs baya ilerledi.
Kapalı ve tozlu alan beni çok
rahatsız etmişti. Camları açmaya çalıştım, açacak yer bulamadım. Yaman’dan
müsaade isteyerek ayağa kalktım. Koridordaki demirleri tutarak şoförün yanına
kadar geldim.
-
Bakar mısınız? İçerisi çok havasız, ben astımım
da. Havalandırabili…
Cümlemi bitiremedim. Gözlerim
büyüdü, otobüs grileşti. O güzel kız bir cadıya dönüştü. Gitarlı adam artık bir
dağ eşkıyası, gitarı mavzerdi. Otobüs kocaman bir mitralyöz, arkadaki sakallı
adam bir gerilla idi.
***
Hayatımda hiç bu kadar
şaşırmamıştım.
Yerden yavaşça homurdanarak
kalktım. Üzerim toz içinde ve her yerim kan olmuştu. Hemen Yaman’a baktım,
cesetlerin arasında yoktu. Herkes ölmüştü.
Ciğerlerim temizlenene kadar
öksürdüm. Kolum kırılmıştı, çenem çıkmış olsa gerek kulağıma kadar sızlıyordu.
Sol kulağımın bir şey duymadığını fark ettim o sırada. Üç dişim kırılmış,
tırnaklarımdan biri nerdeyse çıkmıştı. Serçe parmağımın biri yoktu sanırım.
Baştan saydım dokuz parmağım kalmıştı. Boğazımda ince bir tel izi vardı. Galiba
trafik kazası geçirmiştik.
Sıradan cesetleri inceledim.
Gitarlı adam hemen yanımdaydı. Kafası gitarın içinden geçmiş, akor yerlerinden
biri gözünü parçalamıştı. Nedense onunda serçe parmağı yoktu.
Küt saçlı kızın yanakları yoktu.
Sanki yanaklarını yemişler gibiydi. Elmacık kemikleri ve ağzının içi
görülüyordu.
Diğer kadının boğazı kesilmişti.
Gözleri kapalıydı ama yanlarından kan akıyordu. Başka bir entrikası yoktu ilk
görüşte. Komünist adamın yanına gidip baktığımda midem iyiden iyiye bulandı.
Adamın alnına gelişi güzel anarşi işareti yapmışlar, avuçlarına fazladan iki
göz koymuşlardı. Sanırım bu diğer kadının gözleriydi.
Kusmak istedim ama beceremedim.
Derinden öğürmeye başladım. Aklıma şoför geldi. Kapısı açıktı ve oturduğu yerde
kanlar vardı. Şoför kaçmış olmalıydı. Dağlık bir araziye park etmişti araç.
Şoför koltuğundan atlayarak kapıdan aşağı indim. Hiç kimse yoktu etrafta. Hava
kapanmaya başlamıştı. Birden inilti duydum. Sese doğru kafamı çevirdiğimde kan
izlerini gördüm. Kan izi diğer taraftaki arka tekere, şoförün yanına, götürdü
beni. Adam yardım etmek için atıldım:
-
Hey! İyi misin? Ne oldu bize kaza mı geçirdik?
-
Yalvarırım yeter artık yapma!
“O anda her şey eski rengine dönmeye başladı. “
-
Yalvarırım yapma artık! Ciğerlerimden kan geldi
artık vurma! Çocuklarım var benim, köpeğin olayım yapma!
Eminimki
çocuklar babasından utanacaklar.
-
Ne yapmışım ben?
-
Ne yapmışım ben mi? Abi sen yapmadın abi bırak
beni!
-
Kim yaptı?
Adam sustu. Biraz düşündü. Benimle yaklaşık otuz saniye
göz göze geldi. Hatırlamaya başladım. Aman!
O sıra kusmaya başladım. Ağzımdan insan eti çıktı. Hiç bu kadar kirli
olmamıştım.
Şoförü sakinleştirmeye çalıştım. Sakinleşmese de her şeyi
anlatmasını istedim:
-
Abi ben özür dilerim ama böyle insanlık dışı bir
şey görmedim. Benim çocuklarım var abi. Kalktın yerinden havalandırmayı aç
dedin bana, açtım. Sonra öksürmeye başladın. Ne olduysa ondan sonra oldu ve
hepsi birkaç dakikada oldu. Hani kimse atılıp birbirine yardım bile etmeye
fırsat bulamadı. Önce bana saldırdın, bir güzel dövdün beni abi dağı gösterdin
bana oraya git, dedin çıktık. Kusura bakma abi kırk kusur yaşımdayım ben böyle
ağlamamıştım. Sonra arkadan bir genç geldi bizi ayırmaya, tek hamlede boynunu
kırdın. Yandaki kız çığlık çığlığa bağırıyordu, yaklaşık üç saniyede serçe kuşu
boğazlar gibi boğazlayıverdin. Bir çift vardı onları anlatamayacağım abi.
-
Anlatma tamam!
Ağlamaya başladım. Hem ağlıyor hem kusuyordum. Ağzımdan
insan eti geldikçe, insanın mazisinden midir bilinmez her şeyi hatırlamaya
başladım. Adamın anlattıkları doğruydu. Hatta o gitarlı adamı, kendi gitarıyla
bayıltmış, sonra teliyle boğduktan sonra gitarı kafasına geçirmiştim.
Yanlışlıkla da gözünü çıkarmıştım.
İğrenç!
Ya kadın! Boynu kırılan adamın alnındaki işaret?
Kadın korkudan kalp krizi geçirmişti zaten. Ben de
yanındaki erkek arkadaşına yanlışlıkla yaptığım eylemi ona da uygulamıştım.
Gözlerini çıkarttım, elimde biraz parçalanmış halde biraz sıvı biraz katı
bulunan göz parçaları vardı. Yanında durduğum adamın avuçlarını açarak içine
koymuştum. Sonra bilekliğinde gördüğüm işareti alnına tırnaklarımla kazımıştım.
Evet, işte o zaman bir tırnağım çıkmıştı. Aklıma ilk gelmesi gereken soru en
son geldi aslında.
-
Peki Yaman abi nerde?
-
O kim?
-
Yanımda oturan adam.
-
Yanında kimse yoktu abi.
Beynimde dokuma tezgahları çalışmaya başladı. Her şeyi
hatırladım.
Yaman yoktu aslında. Otobüse binerken kartımdan iki kez
geçtiğimde şoförün bana dik dik bakmasının nedeni buydu. Arka koltukta Yaman
ile konuşurken önümüzdeki adamın dönerek bana bakmasının sebebi de buydu. Peki
lunapark?
Son kez kustum. Ellerimi havaya kaldırıp avuçlarımı açıp
kapadım. Derin bir nefes aldım. Otobüsün geldiği patika yoldan koşmaya
başladım. Kısa bir süre sonra tıkandım. Ama dünya grileşmedi. Yemyeşil ormanlar
kararmadı. Bir sorunum çıktı ortaya, artık akıllandım.
Yeşil bana lunaparkı hatırlattı. Ben hiçbir zaman
lunaparka gitmemiştim. Çöp konteynırının içinden çıkardığım prezervatifleri
sağa sola fırlatmıştım o kadar. Otobüsteki pis kokunun nedeni de buydu.
Taşladığım kadınlar koca kıçlarını kaldırıp peşimden gelmemişlerdi bile. Orada
gördüğüm kahve arkadaşlarım ise sadece eskiye özlemimdi.
O
sırada bir daha koştum. Koşarken her bir adımımda göğsüme çarpan altın kolyeyi
fark ettim. Üzerinde büyük puntolarla YAMAN yazıyordu.