2 Mayıs 2014 Cuma

Bir Torbada Beş Kötü Kadın Tatlısı

Koşarak gitmenin hiçbir anlamı yoktu. Köşedeki bakkalın hemen yanından başka bir sokağa girdim.  Bakkal kapının önünde sigara telliyordu. Halka halka dumanlar çıkarıyordu koca göbekli adam. O halkalardan biri gözüme değdi. Bir köpüğe temas eder gibi duman, dokunur dokunmaz yok oluverdi. Ağır bir sigara kullanıyor olsa gerek kokusu yol boyunca devam ediyordu. Birkaç kez öksürerek duman faciasından kurtulmak istedim.
“Ben astımım. Daha doğrusu doktorlar öyle söylüyor. Kendimi astım hastası olarak kabul etmiyorum. Çünkü o mahluklar çok gereksiz canlılar. Koşamazlar, bazen uzun boylu çimlerin içinde yatamazlar. Kalabalık veya kapalı yerlerde çok fazla duramazlar. Her an boğazlarına bir kılçık takılacak gibi tedirginler. Hayat tedirginlere göre değil. Tavşandan farkı olmalı insanın. Tavşanlardan nefret ediyorum.”
Kafamdan bunları geçirdikten sonra sokağın hemen girişindeki ‘Cafe Book’ tabelası dikkatimi çekti. Kafeden taşan insanlar, ellerinde kahveleri sürekli bir şeyler okuyorlardı. Her zaman klasik müzik çalıyor ve bunu tüm sokağa dinletiyorlardı. Kafenin kapısının yanındaki masada bir adam sol serçe parmağıyla sol kulağını karıştırıyordu. Önünde bir tane kırmızı karanfil vardı. Oraya ait olmadığı belliydi. Kendisi de fark etmiş olmalı ki masanın altına koyduğu gitarını alıp masadan kalktı.
Yollar çok kalabalıktı aslında. Bunca kalabalık içinde insanın takip ediliyor gibi hissetmesi gayet doğaldı. Ama ben hissetmiyordum. Gerçekten beni takip ediyorlardı. Kafamdan bunları geçirdikten sonra depara kalktım ve sadece yarım dakika koşabildim. Benimle birlikte dünya da depara kalktı. Eğilip, ellerimi dizimin üzerine koyup dinlenmeyi düşündüm. Ayrıca çaktırmadan omzumun yanından bakarak arkamı kolluyordum. Saçma sapan kıyafetler satan bir dükkanın önünde durmuştum. İçerde birçok şişman ve zengin kadınlar vardı. Zengin oldukları bileklerinden ve gerdanlarından belliydi.
Kanlı takılar!
“Hepsi kocalarının kokuşmuş paralarını hunharca harcıyordu. Arkasına bile bakmadan, kasiyeri azarlayarak bazen de başka insanlara onur kırıcı bakışlar atarak harcıyordu. Harcamak onun felsefesiydi. Harcamak onun ülkesiydi. Gerdanına bakarak ne kadar hayvan katlettiğini anlayabilirsiniz. Ne kadar katlederse o kadar genişler gerdanlığı. Kurbandan kurbana et yiyen insanların etlerini ve emeklerini yiyordu.”
O sırada daldığımı fark ettim. Vücudumda kısa bir titreşimle kafamı toparlamaya çalıştım. Biraz önce gördüğüm kadınların yerine beni takip eden adamlar gelmişti. O an göz bebeklerim büyüdü. Kendimi kontrol edemeyecek kadar sinirlenmiştim. Gözlerim grileşmişti. Etrafımdaki her şey grileşti. Sevgililer öpüşmeyi bıraktı, bebekler ağlamayı kesti, ağaçlar saygı duruşunda ve bütün insanlar korktu.
O an dünyanın dönmediğini öğrendim ve bunu bir tek ben biliyordum.

***

Özgür kafede sevdiği kızı bekliyordu. Buluşma yeri hiç ona göre değildi. Klasik müzikten hoşlanmazdı. Elinde gitarı sahil kasabalarını gezer, karın tokluğuna çalışırdı. Babası yıllarca görevinin başında kalmış emekli bir askerdi. Görev yeri çok değiştiği için Özgür okul ortamlarına pek alışamamıştı. Önceleri sokaklarda gördüğü müzisyenlere özenerek gitar istemişti babasından. Babası da bir tanecik çocuğunu üzmeyip hemen alıvermişti. Sürekli gitarı yanındaydı. Gitar ona iyi geliyordu, o da gitara. Matematik işlemi yapar gibi gitarı çözdü. Onun iki kolu etten ve bir kolu abanoz ağacından yapılmıştı.
Buluşma saatinden bir saat geçti. Zaten Günay hiçbir zaman zamanında gelemezdi. Yolda bir tanıdığını görür, onunla dakikalarca sohbet ederdi. Çok değişik insanlara gereksiz sorular sorardı. Bir seferinde dilenen bir çocuğa “Seni kim çalıştırıyor? Söyle hemen çığlık atayım!” demişti. Çocuk Özgür’ü gösterince, Özgür yerin dibine girmişti.
Günay çok temizdi. Temiz olması aşık olunmasını gerektirmiyordu elbet. Ama Özgür’ü taşıyabilecek tek insan oydu.
Özgür’ün kirli sakalları ve orta uzunlukta saçları vardı. Boyu da Günay ile aynıydı. Gözleri, çocukların sokaklarda oynadığı bilyelerin içi gibiydi. Herhangi bir kız ilk görüşte aşık olabilirdi. Muhabbeti tam yerinde açar ve tam yerinde bitirirdi. Bundan erkekler bile etkilenirdi. Tek kusurlu tarafı kıskançlığıydı. Özellikle Günay’ı ailesinden bile kıskanırdı. Geçen hafta gittikleri bir konserde Günay, amcasının oğlunu görmüştü. Ona sarıldı ve çok özlediğini söyledi. Özgür dayanamadı amcaoğluna gereksiz laf attı:
-          Arkadaşım burası kahvehane değil, konser salonu yerine oturabilir misin?

Adam ne olduğunu anlamamış olsa gerek şaşkın şaşkın bakmaya devam etti ve sonunda oturdu. Bu yüzden Günay ile bir haftadır kavgalılardı. Bu buluşma onların kaderini belirleyecek ve artık evlilik teklifi edecekti.
“Klasikler bana göre değil.”
Beyninden sürekli bunu geçiriyordu. Şartlanmış ve bunu maddi bir şekilde göstermeye çalışıyordu. Müzikten rahatsız olduğunu belirtmek amacıyla ya da kendisine bunu yakıştıramadığından olsa gerek sürekli söylenip derin derin nefes alıp veriyordu. Bir ara elini kulağına götürdü ve karıştırmaya başladı. İstemsiz bir hareketti ve birkaç saniye sonra fark etti. Biraz utandıktan sonra elini yıkamak için tuvalete kalktı. Gitar masanın altındaydı ve hiç güvende değildi. Gitarı da yanına alıp tuvalete gitti.

***

“Şirketler artık çalışan insan aramıyor. Zeki ve güzel olması yeterli.”
Bunlar Günay’da vardı. Üstüne üstlük içindeki hırsa İzafiyet bile şaşırırdı. Bir kadının bu kadar hırslı olması hem gurur verici bir şey hem de tehlikeli bir şeydi.  Güzellik ve tehlikenin bir arada bulunduğu tek şey Günay olsa gerek.
Günay, bir fabrikalar zincirinin beyin elemanıydı. Onun yaşına göre böyle bir işin başında olmak onu tanrıça gibi hissettiriyordu. Çalışma planlarıyla şirket yetkileri tarafından çok beğeni topladı. Zirveye adım adım çıkmadı, birden zıplayıvermişti. Tabi ki riskli yanları da vardı. Onun yüzünden birçok kişi işten atıldı. İşin kötü tarafı yerine başkaları geldi. Hatta ‘Düşman şirket’ olarak nitelendirilen bir firma, onun dahiyane fikirleri yüzünden batma eşiğine gelmişti. Her saat başı tehdit alsa da umurunda olmuyordu. Daha önceki gün işten çıkardığı bir işçi ona telefon açarak onu öldüreceğini söylemişti.
İş bir yana dursun elbet o güzellikte bir kadının sevdiği biri vardı. Onunla geçen hafta kavga etmişlerdi. Kıskançlık krizleri olan erkeklerden nefret ederdi. Ancak kendisi ondan da kıskançtı. İki kıskanç insanın birbirini bulması ne kadar tuhaf bir şeydi.
Sevgilisi onu ‘Cafe Book’ adlı bir mekana çağırmıştı. Herhalde özür dileyecekti diye düşündü. Güzel şeyler giyip güzel kokular sürecekti. Onu önce psikolojik olarak etkileyecek sonra gönlünü tekrar tekrar fethedecekti.
“Şeytan!”
 Normal hazırlanmasından biraz daha fazla sürdü. Siyah parlayan bir ayakkabı giymişti. Yürürken ayakkabının tabanının kırmızı olduğunu görebiliyordunuz. Ruju ile tamamen aynıydı. Siyah ve renkliymiş gibi parlayan elbisesiyle Özgür’ü mest edecekti.
Evinden çıktı ve arabasına bindi. Fakat bir şey unutmuştu. Arabadan indi ve koşarak eve girdi.

***
En yakın arkadaşını öldüresiye dövmek insanın içini yakan bir duyguydu. Hazal bunu her saniye içini kavuran, kalbini buruşturan bir hisle yaşıyordu. Nefes alırken ve yutkunurken o öldüresiye kadar dövdüğü arkadaşının teninin kokusunu ve tadını alıyordu. Aradan ne kadar vakit geçse de bunu unutmayacaktı.
Bir kızın böyle bir şey yapması ne kadar iğrenç bir şeydi. Bugüne kadar bir kez kötü söz bile söylemeyi beceremeyen bir kız bunu hangi akla hizmet yapabilirdi?
İşte kadınları ortak noktası buydu. Nasıl bir kadın olursan ol, yaşı hiç fark etmez, kadın kadındır. Hepsinin ortak noktası kadın olmasıdır.
“Kadınlar asla elindekiyle yetinmez. Aynı zamanda elindekini de kaybetmez. ”
İşte kaybettiklerinde bir vahşi hayvana dönüşürler. Kuduz bir fare oluverirler. Gözleri kızarır, çirkinleşir. Yavaş yavaş çirkinleşir. Hatları keskinleştikten sonra kirpikleri sivrileşir. Saçları yosun gibi iner. Sonra çevresindeki herkese vebayı bulaştırır.
Hazal dişleri kanlı bir fare olmuştu artık. Lisede üçüncü yılıydı. Ortaokuldan beri tanıdığı arkadaşını ağzından kan gelesiye dövmüştü. Çok erkeksi bir davranıştı ama engel olamamıştı. Hem güzelliği hem kişiliği kirlenmişti. Arkadaşının ihanetini kaldıramamıştı.
Lise aşkları o kadar lanet bir şeydi ki! Bunun aşk olmadığını biliyordu. Sadece ona olan hayranlığı ve libidosu Hazal’ı kavgaya sürüklemişti. Eskiden sahip olduğu bir şeyi kaybetme öfkesi bir insanın canını yakmıştı.
Hazal ayrıldığı erkek arkadaşını ortaokuldan beri tanıdığı en yakın arkadaşına kaptırmıştı. Onları bir kafede el ele tutuşurken gördüğünde nefes alamamıştı.
“Hiçbir ergen ihaneti psikolojiye işlemeden unutulmaz.”
Farkındaydı. Her zaman mantıklı karar verir, o hem saf hem asilzade duruşundan ödün vermezdi. Bir kez hata yaptı. Belki de bedelini ağır ödeyecekti. Zaten kızın babası Hazal’ı aramış onu öldüreceğini söylemişti. Ama Hazal korkmadı. Korkmasının bir anlamı da yoktu. Çünkü o, ailesinin tek çocuğu olan bir kıza gereksiz yere acı vermişti. Bedelini ödemeye hazırdı.
Otobüs durağına doğru yol aldı. Eve gidecek ve sağlam bir uyku çekecekti. Eve gitmeden önce ailesinden saklı olarak içtiği sigarasını çıkardı. Etrafını kolaçan ettikten sonra kuytu bir köşede sigarasını yaktı. Birkaç kez öksürdükten sonra tadını almaya başladı. Karşısında duran kaldırım taşlarına daldı. Kavgayı hatırladı.
“İki eliyle birlikte kızın kulaklarını kavradı birden. Parmaklarının arasına sıkışmış saçlar birer birer koptu. Tırnaklarını kulaklarına geçirdi. Dişlerini sıktıktan sonra dayanamadı. Biraz gevşedi ve aniden atıldı. Dişlerini kızın yanaklarına geçirdi. Ağzına kan tadı gelesiye kadar ısırdı.”
Sonrasını hatırlayamadı. Sigarası bitmiş elini yakmaya başlamıştı. Tekrar durağa doğru yol aldı.


                ***

                Doğru yol mu bilmiyordu. İçinde hep sorular vardı. Tam oturmamış bilginin sendelemesi, ona hayatı zindan ediyordu. Bazen uykusu kaçıyor bazen de saatlerce araştırma yapıyordu.
                Küçüklüğünden beri Kemalist yetişmiş bir çocuktu Hüseyin. Ortaokul yıllarında revizyonist hareketin etkisiyle olsa gerek Kemalist-Sosyalist fikirlerin karışımını düşündü. Hep kendini radikal fikirleri olan biri olarak tanıttı. Hatta o kadar abarttı ki Kemalizmi, sosyalizm sandı.
                “Hep yetmez ama evetçiler işte.”
                Sonra gerçek kitaplarla tanıştı. Okudukça düşünceler oturmaya başladı. Aylarını verdi tabularını yıkmak için. İşte en zor olanı da buydu. Her gün acı çekerek uyanmasının, sürekli kafalarında bir şeyler olmasının nedeni bu tabuları yıkamamasıydı.
                Onun için bu tabular anne sütü gibi temiz ve bir o kadar da helaldi. Tabuları yıkmak ihanetti. Ya unutmak?
                Hüseyin içindeki dünyada bunu yaşıyor ve kimseye anlatmıyordu. Herkes onu o sosyalist tavrıyla tanıyor, kabul gördüğü örgütte nüfuzunu her geçen gün arttırıyordu.
                Kolundaki kırmızı bilekliğe baktı. Anarşinin simgesini gelişigüzel kazımışlardı. Eski sevgilisinin hediyesiydi. Çok sevmişti ama örgüt içi ilişkinin yasak olduğu zamanın aşıklarıydı.
                Arka tarafta oturan adam öksürüyordu. Ucuz alkol ve haftalardır su görmemiş vücudun isyan kokusuyla her yeri etkisi altına alıyordu. Kısık kısık astım nöbetleri geçiriyordu. Otobüs havasızdı ve adam resmen balık gibi kokuyordu.
 Otobüs bir durakta durdu. Yaşlı bir kadın yavaş adımlarla otobüsten indi. İnerken arka tarafta kokuşmuş adama ezici bir bakış attı. Adam aldırmadı, o sırada kulağının içini kaşıyordu. Sonra boğazını temizleyerek otobüsün bir köşesine tükürdü. O sırada Hüseyin ile göz göze geldiler. Hüseyin boynunu hafif kırarak ve uzun sakallarını okşayarak bu olanları izliyordu. Adamın boynunda altın sarısı renkte ve koca koca puntolarla yazılmış “YAMAN” yazıyordu. Adamdan tiksinmişti. Sonra aklına cevap alamadığı bir soru daha geldi.
“Adam fakir görünüyor. Belki de sistem bu adamı bu hale getirdi. Ben bu adam için savaşıyorum. Ama ondan iğreniyorum.”
Otobüs tekrardan hareket etmeye başladı. Çünkü hareketin hareket halindeki doktrini idi bu otobüs.

***
Yalanmış dünya dönüyor! Dünya dönmese şuan üzerinde olduğum dönme dolap niye dönsün? Aşağıda kadınlar bağırıyorlardı. Bir kadın öyle bir küfür etti ki yanındaki kahve dostlarım bile şaşırdı. Dolap dönmesin diye yalvarıyordum. Dönmeye devam ederse birkaç saniye sonra onların elindeydim. Cebimden çıkardığım iki taşı onlara doğru fırlattım. Hiçbiri isabet etmedi. Cüzdanımı atacaktım vazgeçtim. Çünkü aylarca bu cüzdanı almak için çalışmıştım. Cüzdandan demir paraları attım. Daha çok sinirlendiler. Cüzdanı kurcaladım ve bir prezervatif buldum. Elime alır almaz fırlattım. Hayatımda duymadığım hakaretleri duydum. Dolap aşağı doğru iniyordu. Gözlerimi ellerimle kapadım ölümü bekledim.
O sırada kahramanım beni kurtarmaya geldi. Siyah gömlekli, altına benzer kolyesi olan bir adam. Döşünden kıllar haykırıyordu. Adam bir bana bir kadın ve erkek topluluğuna baktı. Sonra attı narayı:
-          Heyt! Bırakın la çocuğu! Görmüyo musunuz korkmuş iyice. Hadi dağılın! 
Şişman, zengin bir kadın arkadan bağırıyordu:
-          Kafamıza taş attı. Mağazanın camlarını indirdi. Sapık bu adam bize yukardan ne attı baksana!
Adam kadını hiç takmadı. Beni dolaptan indirip parkın dışına çıkardı. Hiç konuşmadı. Konuşması için çabaladım.
-          Beni takip eden adamlar vardı. Ben onlara taş attım. O kadınlara değil. Hem adam akıllı hatırlamıyorum bile taş attığımı. Gözüm dönmüş herhalde. Bir de bende astım var da.

Sanki teyit ettirtmek edasıyla öksürmeye başladım. Adam bana baktı. Sonra konuştu:

-          Nereye gideceksin?
-          Bilmiyorum ama güvende değilim.
-          Anan baban yok mu?
-          Yoklar.
-          Tamam o zaman. Bugün bende kal. Bende güvendesin. Şurdan otobüse binelim de ileride ayakta gitmeyelim.

***

Otobüsün içi muhteşem derecede havasızdı. İçeri girer girmez fark ediliyordu. Otobüs için kartım yanımdaydı. Kahramanımın yerine de ücreti geçtim. O sıra şoförün hunharca beni kestiğini gördüm. Bıyıklı, koca göbekli tam bir memur tiplemesiydi. Çocuklarının fotoğraflarını direksiyonun üzerindeki uygun yerlere sıkıştırıvermişti. Üç çocuk babasıydı belli ki. Eşinin elinden de her iş geliyor olsa gerek otobüsün her yeri dantellerle süslenmişti.
En arkaya doğru yürüdük. Otobüste sadece iki kişi vardı. Yaşlı bir teyze somurtmuş bir halde bize bakıyordu. Kahramanımın kolyesinde ‘Yaman’ yazdığını fark ettim. Birden de kokusu otobüsü sarmıştı. İsmiyle aynı doğrultuda bir kokuydu.
Bize göre sağ tarafta bir genç oturuyordu. Bilekliğinde anarşi simgesi vardı. Her an isyan çıkartacak bir durumdaydı. Ya da bir olağanüstü hal olursa dağa çıkabilecek biçimde kıyafetleri kamuflajı sağlardı.
Yerimize oturduk. Kısa bir süre sonra yaşlı kadın bizi yolculuğumuzda yalnız bıraktı. Çok şanslıydı.

***

Kapının kilidinde bir sorun vardı ki kapıyı zar zor açtı. Holden içeri, kendi odasına girdi. Geçerken holün sonundaki aynada bir karartı gördü sanki. Aldırış etmeden dizüstü bilgisayarını alıp aşağıya, arabasının yanına indi. Arabaya binip Cafe Book’a doğru yola çıktı.
Bir daha böyle bir hata yapmamalıydı. Onun bir tek dalgınlığı şirketi zor durumda bırakacak, işler başka şirketlerin lehine gelişecekti.
Kırmızı ışıkta durdu. Durgun kırk beş saniyeyi bir eylemle geçirebilmek için çantasından bir sigara çıkardı. Bu kırk beş saniye onun için çıldırış anlamına gelmekteydi. Sigarasını hızlı nefeslerle tüketmeye başladı, kafasından sürekli deli rakamlar geçiriyordu.
“Bir milyon iki yüz yetmiş altı bin yedi yüz kırk dokuz, yirmi yedi yaşında elli dokuz kiloda iki milyar yedi yüz elli beş…”
Sigara dudaklarını yakmıştı, hızlıca elini çekip arkadan gelen korna seslerini duydu. Aynaya baktığında yine o karartıyı gördü. Gaza yüklendi, Kafe Book’un arka sokağında arabayı bırakarak Özgür’ün yanına kaçtı.

***

-       Güzelliğim bak işte, hiçbir şey yok. Polise de haber verdik şimdi gelecekler. Komiser Ahmet var, babamın yakın bir dostu. Çok yakından ilgilenecek bu meseleyle.
-       Ama bulamazlar onu. Evden çıkarken evimde görmüştüm dedim ya. Benim peşimde. Onlardan önce, o bulur beni. Buna izin verme, birlikte gidelim.
-        Tabi ki de sevgilim. İstersen bana gidelim. Hem çok da uzak sayılmaz. Taksi çağırayım hemen ben.
-        Hayır taksi çağırma! Yalnız gitmeyelim, otobüse binelim. Otobüs kalabalık olur hem.
-        Peki hayatım öyle yapalım haydi gel.

                   Durağa doğru yürümeye başladılar. Özgür’ün elinde korkudan solmuş bir çiçek vardı. Sırtında asılı duran gitarı ara sıra Günay’ın sırtına ve kollarına çarpıyordu. Günay’ın hassas terazi niteliğindeki kalbi bir heyecanlanıyor, bir sakinleşiyordu.
Durağa geldikleri sırada otobüs geldi. Kulağında kulaklığı olan bir genç kız, duraktan hızlı adımlarla çıkarak Özgür ve Günay’dan önce bindi.
Onun için etraftaki hiçbir şeyin önemi yoktu.
“Dünyayı kendisinden ibaret sanan bir organizmaydı. “
İnsanlarla göz göze gelmeden ön koltukların hemen arkasındaki bir bölüme oturdu. Ardından binen Özgür ve Günay çifti, sanki utanç dolu bir şey yapmışçasına kafalarını kaldırmadan koridorda yürüyüp, göz kararı seçtikleri yere oturdular. Şükürler olsun insanlar vardı. Karartı adına bir şey yoktu.

***

Otobüste beş kişiydik. Önlerde genç bir kız oturuyordu. Saçları düzdü ve küt kestirmişti. Küt  saçın zorunluluktan ziyade ayrıca güzel olabileceğinin de kanıtıydı. Zaten yüzüne bakınca istemeden de olsa bir şeyler kanıtlama derdi olan biriydi. Sürekli ‘Ben buradayım!’ diyordu. Bunu da güzelliğiyle kanıtlamıştı.
Genç kızın sağına kalan koltukların ikisi bir çift tarafından doldurulmuştu. Şu kafede sıkıntısını fiziksel yollarla eyleme dönüştüren adam değil miydi?
Sıkıntısına sıkıntı gelmiş olacak ki yanındaki kadına sürekli bir şeyler anlatıyor, ellerini öpüyor, ona güvende olduğunu söylüyordu. Kadın ağlıyor, onu sevdiğini söylüyordu. Bence bunlar insin burada, yaşlı teyzemi özledim.
Hemen karşımda kocaman enseli, kendi işini kendisi yaptığından olsa gerek, bir komünist oturuyordu. Kamuflajları giymiş, kolunda yaldızlı bir bileklik ben buradayım diyordu. Ben Yaman abi ile her muhabbet açtığımda bu arkasına dönüyor bana bakıyordu.
Yanımda da kahramanım Yaman abi. Onun hakkında pek bir şey öğrenemedim. Ama bir lafında ‘yüz kızartıcı bir ceza’ aldığını söylemişti. Büyük ihtimalle tecavüzdü. Kolyesi bile tecavüz etmesine yetecek kadar altındı.
Otobüs baya ilerledi.
Kapalı ve tozlu alan beni çok rahatsız etmişti. Camları açmaya çalıştım, açacak yer bulamadım. Yaman’dan müsaade isteyerek ayağa kalktım. Koridordaki demirleri tutarak şoförün yanına kadar geldim.
-          Bakar mısınız? İçerisi çok havasız, ben astımım da. Havalandırabili…

Cümlemi bitiremedim. Gözlerim büyüdü, otobüs grileşti. O güzel kız bir cadıya dönüştü. Gitarlı adam artık bir dağ eşkıyası, gitarı mavzerdi. Otobüs kocaman bir mitralyöz, arkadaki sakallı adam bir gerilla idi.

***

Hayatımda hiç bu kadar şaşırmamıştım.
Yerden yavaşça homurdanarak kalktım. Üzerim toz içinde ve her yerim kan olmuştu. Hemen Yaman’a baktım, cesetlerin arasında yoktu. Herkes ölmüştü.
Ciğerlerim temizlenene kadar öksürdüm. Kolum kırılmıştı, çenem çıkmış olsa gerek kulağıma kadar sızlıyordu. Sol kulağımın bir şey duymadığını fark ettim o sırada. Üç dişim kırılmış, tırnaklarımdan biri nerdeyse çıkmıştı. Serçe parmağımın biri yoktu sanırım. Baştan saydım dokuz parmağım kalmıştı. Boğazımda ince bir tel izi vardı. Galiba trafik kazası geçirmiştik.
Sıradan cesetleri inceledim. Gitarlı adam hemen yanımdaydı. Kafası gitarın içinden geçmiş, akor yerlerinden biri gözünü parçalamıştı. Nedense onunda serçe parmağı yoktu.
Küt saçlı kızın yanakları yoktu. Sanki yanaklarını yemişler gibiydi. Elmacık kemikleri ve ağzının içi görülüyordu.
Diğer kadının boğazı kesilmişti. Gözleri kapalıydı ama yanlarından kan akıyordu. Başka bir entrikası yoktu ilk görüşte. Komünist adamın yanına gidip baktığımda midem iyiden iyiye bulandı. Adamın alnına gelişi güzel anarşi işareti yapmışlar, avuçlarına fazladan iki göz koymuşlardı. Sanırım bu diğer kadının gözleriydi.
Kusmak istedim ama beceremedim. Derinden öğürmeye başladım. Aklıma şoför geldi. Kapısı açıktı ve oturduğu yerde kanlar vardı. Şoför kaçmış olmalıydı. Dağlık bir araziye park etmişti araç. Şoför koltuğundan atlayarak kapıdan aşağı indim. Hiç kimse yoktu etrafta. Hava kapanmaya başlamıştı. Birden inilti duydum. Sese doğru kafamı çevirdiğimde kan izlerini gördüm. Kan izi diğer taraftaki arka tekere, şoförün yanına, götürdü beni. Adam yardım etmek için atıldım:
-          Hey! İyi misin? Ne oldu bize kaza mı geçirdik?
-          Yalvarırım yeter artık yapma!

“O anda her şey eski rengine dönmeye başladı. “

-          Yalvarırım yapma artık! Ciğerlerimden kan geldi artık vurma! Çocuklarım var benim, köpeğin olayım yapma!

Eminimki çocuklar babasından utanacaklar.

-          Ne yapmışım ben?
-          Ne yapmışım ben mi? Abi sen yapmadın abi bırak beni!
-          Kim yaptı?

Adam sustu. Biraz düşündü. Benimle yaklaşık otuz saniye göz göze geldi. Hatırlamaya başladım. Aman!  O sıra kusmaya başladım. Ağzımdan insan eti çıktı. Hiç bu kadar kirli olmamıştım.
Şoförü sakinleştirmeye çalıştım. Sakinleşmese de her şeyi anlatmasını istedim:
-          Abi ben özür dilerim ama böyle insanlık dışı bir şey görmedim. Benim çocuklarım var abi. Kalktın yerinden havalandırmayı aç dedin bana, açtım. Sonra öksürmeye başladın. Ne olduysa ondan sonra oldu ve hepsi birkaç dakikada oldu. Hani kimse atılıp birbirine yardım bile etmeye fırsat bulamadı. Önce bana saldırdın, bir güzel dövdün beni abi dağı gösterdin bana oraya git, dedin çıktık. Kusura bakma abi kırk kusur yaşımdayım ben böyle ağlamamıştım. Sonra arkadan bir genç geldi bizi ayırmaya, tek hamlede boynunu kırdın. Yandaki kız çığlık çığlığa bağırıyordu, yaklaşık üç saniyede serçe kuşu boğazlar gibi boğazlayıverdin. Bir çift vardı onları anlatamayacağım abi.
-          Anlatma tamam!

Ağlamaya başladım. Hem ağlıyor hem kusuyordum. Ağzımdan insan eti geldikçe, insanın mazisinden midir bilinmez her şeyi hatırlamaya başladım. Adamın anlattıkları doğruydu. Hatta o gitarlı adamı, kendi gitarıyla bayıltmış, sonra teliyle boğduktan sonra gitarı kafasına geçirmiştim. Yanlışlıkla da gözünü çıkarmıştım.

İğrenç! Ya kadın! Boynu kırılan adamın alnındaki işaret?

Kadın korkudan kalp krizi geçirmişti zaten. Ben de yanındaki erkek arkadaşına yanlışlıkla yaptığım eylemi ona da uygulamıştım. Gözlerini çıkarttım, elimde biraz parçalanmış halde biraz sıvı biraz katı bulunan göz parçaları vardı. Yanında durduğum adamın avuçlarını açarak içine koymuştum. Sonra bilekliğinde gördüğüm işareti alnına tırnaklarımla kazımıştım. Evet, işte o zaman bir tırnağım çıkmıştı. Aklıma ilk gelmesi gereken soru en son geldi aslında.
-          Peki Yaman abi nerde?
-          O kim?
-          Yanımda oturan adam.
-          Yanında kimse yoktu abi.

Beynimde dokuma tezgahları çalışmaya başladı. Her şeyi hatırladım.
Yaman yoktu aslında. Otobüse binerken kartımdan iki kez geçtiğimde şoförün bana dik dik bakmasının nedeni buydu. Arka koltukta Yaman ile konuşurken önümüzdeki adamın dönerek bana bakmasının sebebi de buydu. Peki lunapark?

Son kez kustum. Ellerimi havaya kaldırıp avuçlarımı açıp kapadım. Derin bir nefes aldım. Otobüsün geldiği patika yoldan koşmaya başladım. Kısa bir süre sonra tıkandım. Ama dünya grileşmedi. Yemyeşil ormanlar kararmadı. Bir sorunum çıktı ortaya, artık akıllandım.
Yeşil bana lunaparkı hatırlattı. Ben hiçbir zaman lunaparka gitmemiştim. Çöp konteynırının içinden çıkardığım prezervatifleri sağa sola fırlatmıştım o kadar. Otobüsteki pis kokunun nedeni de buydu. Taşladığım kadınlar koca kıçlarını kaldırıp peşimden gelmemişlerdi bile. Orada gördüğüm kahve arkadaşlarım ise sadece eskiye özlemimdi.

                O sırada bir daha koştum. Koşarken her bir adımımda göğsüme çarpan altın kolyeyi fark ettim. Üzerinde büyük puntolarla YAMAN yazıyordu.